Sosyalist Öğrenci Hareketi’nin Yönelimi Üzerine-II

Sistem karşıtı ideolojik- siyasal mücadeleler, sınıflı toplumların kendi maddi ve düşünsel karşıtını yaratma evresinin zorunlu ürünü olarak doğmuş ve onu yıkmaya yönelik siyasal olarak şekillenmiş bir düşünce, yaşama uygulama anlayışından yola çıkar. Burada bildiğimiz birçok ideolojik yaklaşımların özü bu yıkıcı dinamikten yola çıkarak kendini var etmeye koşulludur. Bugün sistem karşıtı tek bir ideolojiden söz edemeyeceğimize göre, özellikle 20.yüzyıldan itibaren ne tek tek Marksizmlerin, ne tek tek Anarşizmlerin, Feminizmlerin savunusu gibi bir durum vardır ortada. İdeoloji, iç çelişkilerine uygun olarak çeşitli özgünlüklerle yeni yaklaşımlarla geliştirilir, genişletilir, ya da artık geçerliliği kalmayarak tarih ve bilinç sahnesinden çekilirler. İdeolojinin sistem karşıtlığı eksenindeki bu parçalı yapısı, onu savunan, yaşamı ve kendini gerçekleştirmeye çalışan insanların grupsal yapısına da yansır. Bu yanıyla çoğunlukla ideolojik var oluşlar homojen yapılanmalardır.

 

Marksizm’in işçi sınıfının mücadelesine tarihsel bakış açısının sonucu olarak güncellediği ve Marksist mücadeleler tarihinde kitlelerin örgütlenmesinde önemli bir anlam ifade eder hale gelen öz örgütlük, ekonomik ve siyasal alanların ihtiyaçlarına göre şekillenen bir kavram ve örgütlenme modeli olarak varlığını sürdürmüştür. Aslına bakarsak bu kavram belirli bir insan topluluğunun, grubun, halkın kendi yaşamları için önemli gördükleri bir sorunla karşılaştıkları her aşamada o sorunun özü, biçimi ve kapsamı doğrultusunda perspektif ve yöntem belirleyerek o sorunu ortadan kaldırmak ya da o sorun karşısında kendi varlığını korumak, geliştirmek için başvurduğu bir mücadele aracıdır. Çoğu zaman bu hareketler tarih içerisinde kendiliğinden gelişmiş ve sonrasında sorunun kapsamı ve mücadelenin uzunluğu açısından sistematik, sürekli örgütsel bir biçim almıştır. “Öz” olmasına yüklenen anlam, böyle bir anlamdır.

 

Marksist düşünüşte bu örgütlülük biçiminin sınıfsal niteliklerinden yola çıkılsa da yeni mücadele hatlarının yükselişi ile birlikte 20. yüzyıla geldiğimiz zaman dilimlerinde artık salt sınıf eksenli değil, sınıf, kimlik ve en genel alamda “yaşam” eksenli bir yapıya ve mücadele biçimlerine de uygulanır hale gelmiştir. “Uygulanır” kelimesi üzerinde ısrarla durmak istiyoruz, çünkü tüm mücadele biçimleri gibi öz örgütlülük de belirli bir ihtiyacın ürünü olarak açığa çıkmıştır. Bu ihtiyaç giderildiğinde ona ihtiyacımız kalmayacaktır.

 

Ülkemiz sistem karşıtı özgürlükler ve haklar mücadelesinin tarihsel pratiğine baktığımızda çeşitli alanlarda öz örgütlüğün yanlış bir şekilde kavrandığını, uygulandığını görüyoruz. Bu yanlış anlamaları ve uygulamaları çeşitli örneklerle daha anlaşılır kılmaya çalışacağız.

 

Sendikal Mücadele ve Öz Örgütlülük

 

Sendikal mücadele temelde ekonomik haklar ve demokratik taleplerden yola çıkar. Burada sendikaların parçalı yapısına, renklerine (sarı sendikalar), yanlış uygulamalarına, sistemle uzlaşmış biçimlerine çok değinmeden somut bir alan üzerinden öz örgütlülük ilişkisini tanımlamayı daha doğru buluyoruz. Zira Türkiye’deki sendikal mücadelenin tarihinde AID (Amerikan Yardım Kuruluşu) kurulmasında ön ayak olduğu, sınıf eksenli olmaktan uzak, uzlaşmacı sendika konfederasyonları (Türk-İş) dahi vardır. Bu sadece bu coğrafyaya özgü bir durum da değildir, emperyalist-kapitalist sistemin tüm dünya işçi sınıfına, onların sınıf örgütlülüklerine karşı uyguladıkları “kontrol altında tutma”ya, “gelişimini engelleme”ye yönelik genel saldırı stratejisinin ürünüdür.

 

İşçi ve emekçi sınıfların kültürel ve kimliksel aidiyetlerinde görülen farklılıklara rağmen bir işçinin öz örgütü, çalışma alanları içerisinde ekonomik-demokratik haklarını arayabileceği sendikadır. Sendika kişilerin inanç, kimlik, kültürel aidiyetlerinden, siyasal tutumlarından çok, var olduğu alandaki niteliğiyle ilgilenir. Onun tekstil işçisi olması tekstil alanındaki sendikada örgütlenmesine yeterlidir. Sendika bir araç olarak işçi sınıfın niteliğinden değil, hangi alanda iş gücü olarak varlık gösterdiğinden ve onun özlük (sınıf) haklarından yola çıkar. Hak arama bilinci yaratması nedeniyle de, kapitalist sistemde işçi ve emekçilerin kendi öz bilinçlerini oluşturmalarındaki önemini korur. Bu her şey değildir ama kapitalizm koşullarında “bir şey”dir.

 

İşçi sınıfının kimlik, sınıf ve siyasal bilinç taşıdığı aşamada, onun artık tek bir öz örgütü olmaz. Çünkü bilinç, o bilinci taşıyan ideolojik şekillenişini de beraberinde getirerek, kendini farklı alanlarda var edebileceği zeminlerin zorunluluğunu koşullar. Kimlik bilinçli (ulus bilinçli) bir Ermeni işçi, sendikal mücadele içerisinde bu kimliğiyle var olur; eşcinsel bir işçi de kendi kimliksel özgürlük bilincinden yola çıkarak, hatta aynı zamanda komünist, anarşist, ekolojist, muhafazakâr, liberal vs. olarak aynı sendikada ve sendikal mücadelede kendini var eder. Burada amaç, ideolojik-siyasal şekillenişlere uygun bir sendikal mücadele vermek değil, ekonomik-demokratik hakları çerçevesinde ortak bir hak arama; kazandığını koruma, çalışma şartlarını iyileştirme ve hayat standartlarını yükseltme mücadelesi vermektir. Çünkü her araç kendi etki alanı çerçevesinde hareket eder. Sendikalar ne sınıf mücadelesini, ne özgürlükler mücadelesini vermekte tek başına yeterli ya da tek başına devrimci bir olanak taşır. Orası esas olarak ataerkil-kapitalist sistemin ekonomik politikalarına, saldırılarına karşı işçi sınıfının kendi haklarını savunacağı bir alan olarak var olur.

 

Bilinçli mücadele alanları, sınıf bilinçli işçiler ve genel olarak tüm insanlar için komünist partiler; kimlik bilinçli kadınlar için feminist kuruluşlar, kadın hakları örgütleri; eşcinsel bir işçi için LGBTİ+ birimleri aynı anda öz örgütlülük alanlarına dahildir. Biri alan örgütlenmesi, diğeri ise tümel yaşam örgütlenmesidir. Burada ikisi arasında tercih değil, ikisinde de kendi kimliğiyle var olma, ama olduğu yere göre ideolojik-politik şekillenme olmalıdır. Sistemin tek tek parçalara böldüğü toplumsal yaşam pratiklerimizde bizlerin de her bir parçaya aynı perspektifi dayatmamız doğru değildir. Bölünenlerin(ezilenlerin) birleşeceği aşamaya kadar parçalar arasında daha genel sorunsalları kapsayan birliğin mücadelesi verilir. Tüm toplumsal, bireysel sorunlarının tarihsel olarak esas kaynağı ezen-ezilen ilişkilerine, yani sınıf sorununa gelip dayansa da, bu sorunların nihai çözümü sınıf savaşımı ekseniyle mümkün olsa da, çeşitli yaşam birimlerinde yaşanan sorunların çözümü farklı nitelikler kazanır. Ezen-ezilen ilişkilerinin tümünün ortadan kalkacağı bir toplumsal devrime ertelenemeyecek sorunların çözümü, toplumsal devrimin bilinçsel, kimliksel, kültürel dinamosunu oluştururlar. Bugünün mücadelesiyle kazanılacak özgürlükler, yarına havale edilemez. Yarının özgürlük sorunları da özgürlükleri de başkadır.

 

Hemen belirtelim ki, sendikaların, ekonomik politikalar dışında siyasal bir tutum sergileyemeyeceği gibi ekonomist bir algılayış doğmasın. Sendikal mücadele temelde tüm insan hakları noktasından hareket edebilecekse bile, hareket etmek için yaşayacağı baş çelişki esas olarak iktisadi düzenle ilgili olacaktır. Hatta bu hareket noktası her zaman ekonomi-politiğin eleştirisi üzerinden şekillenecektir.

 

Kapitalizmin sendikal mücadeleyi bölmek için kullandığı yaklaşımlara rağmen; politik örgütlenmelerin, devrimci-demokrat kurumların ülkemizde çokça örneğini gösterdiği kendi sendikal mücadelelerini vereceği ya da bu yolla örgütlenebilecekleri kişisel (şahıs anlamında değil, kurumsal anlamda kişisel) sendikaların kurulması buna örnektir. Sendikal mücadeleyi haklar mücadelesinden çıkartıp, devrimci bir mücadele içerisine sokmanın meşruiyeti tartışılamayacaksa bile, aracın amaçlaştırılması tartışılacak düzeydedir. Çünkü devrimci örgütlenmelerin kendi sendikal birimlerini kurarken ki amacı, diğer devrimci örgütlenmelerle birlik içerisinde devrimci sendikaların kurulması değil, kendi devrim strateji-taktiklerine uygun şekillerde kurmalarıdır. Bu yanıyla çeşitli devrimci kurumların öz örgütlülüğe bakışı devrimci öz örgütlenmeler noktasından değil, “kendi devrimci öz örgütünü oluşturma paradoksu”ndan yola çıkar ki, öz örgütlülük tanımının içinin boşaltıldığı bir noktaya evrimleştiklerini, gene zamanla sönümlendiklerini görürüz. Bu basit bir sönümleniş değil, uzun vadede kitle hareketini bölen ve zayıflatan etkileri olan bir sönümlenmedir.

 

Ekonomik-Demokratik Mücadele Alanları ve Öz Örgütlülük

 

Belki de en geniş anlamıyla ekonomik-demokratik mücadele olarak tanımlayabileceğimiz sınıfsal- kimliksel mücadeleler, en geniş niceliğe ve etkiye sahip politik şekillenişli mücadeleler olmasıyla kendini gösterir. Bu mücadele biçimindeki temel amaç sistemle onun etkisinde bulunan insanlar arasındaki çelişkiyi ya sivil toplumculukta olduğu gibi onarmak, sadece ekonomik kazanımlar endeksli bir ekonomizme düşmek ya da sistemin etkileri, dayatmaları, baskı ve zorlamaları karşısında daha dirençli kitlesel bir mücadele ile onun karşısında durmak biçiminden yola çıkar. Burada karşısında durmak kavramı, hem kendi varlığını korumak hem de sistemi değiştirmek anlamlarını içerir.

 

Biz ekonomik demokratik mücadeleyi bu yanıyla sistem karşıtlığıyla iç içe geçirerek tanımlamayı daha doğru buluyoruz. Ekonomik-demokratik mücadeleye bu temel özelliği nedeniyle homojen bir biçimde değil çeşitli ideolojik yaklaşımları içerisinde barındıracak politik yaklaşımlara uygun olarak şekillenmelidir. Amaç, ataerkil-kapitalist sistemi ekonomik-demokratik yaşam alanlarında acımazsızca var etmek olmadığı için de sistem karşıtlığının etkileri olan: “Anti- emperyalizm, anti- faşizm”le harmanlanan genel bir düşünsel öze sahip olmalıdır. Fakat bu özün yeniden tanımlanmaya ihtiyacı vardır. Türkiye’deki toplumsal muhalefetin tarihi, bu geniş politik özün Kemalizmin, daha genel olarak totaliter modernist görüşlerin resmi ideolojisi tarafından çokça bulandırıldığı hareketlilikleri de yaşamışlıkları vardır:

 

Özgücü bir siyasal kavrayışıyla bu topraklara özgü, yerli bir sosyalist anlayış türetmek adına; sınıflı toplumun gelenek ve göreneklerinin tüm yansılarının; ulus devletleşme aşamasındaki bir ülkede Kemalistlerce yeşertilen milliyetçilik ve halkçılık kavramlarının dogmatik bir sarılımla sürdürülmesi bakımından gelenek ve modernlik kıskacında; ne tam birisi; ne tam ötekisi olmanın sağlanamaması tipik bir modernleşme sancısının özgücü, solun düşün dünyasındaki hiç dinmeyen bir baş ağrısıdır.

 

Sistemin kuruluşundan bu yana ülkedeki hâkim klikleri oluşturan sivil-askeri bürokrasinin tırnak içinde milli burjuvazinin, “vesayetçilerin” resmî ideolojisinin, kitlelerin demokratik taleplerini, en temel insani haklarını yok sayan anti-demokratik özünü görmeye çalışmak yerine, onun hep anti-emperyalist yanının olduğunun var sayılması ve anti-Marksist teoriler üretilmesi gibi.

 

Burjuva demokrasilerinin, burjuva yönetim aygıtının en önemli kalıplarından olan “laik”lik kavramının ülkedeki sorunlu biçimini atlayarak, evrensel bir ilkeymiş gibi onu her koşulda savunmak adına, inanç özgürlüklerinin baskı altına alınması, inançların demokratik örgütlenmelerine “gerici”lik indirgemeciliği ile karşı çıkılması açısından egemenlere yedeklenilmesi ve bu çağın sekter bir “aydınlanmacı”sı tavrı göstermenin başarılması gibi -ki bu düşünsel körlük, bir aydınlık değil; çok daha başka bir karanlıktır- bu sol-sosyalist muhalefetin belirli kesimlerinin, kendilerini küçük burjuva referanslarla üstün, “ileri” gördüğü, yeni elitist bir “ortaçağ“ıdır.

 

Ulusal sorun konusunda, kendi ideolojileriyle çelişen şekilde, ezilen ulusların ve onların meşru haklarının, pratik mücadele (çoğu kez teorik olarak da) açısından inkârına dayanan sosyal-şoven anlayışlara teslim olunması gibi.

 

Bu yüzden kendi gerçekliğimizin eleştirisi derken, toplumsal muhalefeti “Kemalist- faşist, şoven, sosyal-şoven, ataerkil,” tüm yaklaşımlardan arındıracak düşünsel mücadeleyi ve etkileşimi kastediyoruz. Bizce ekonomik-demokratik araçlarda sistem karşıtlığı bu özün sınırları içerisinde, kendini var etmek isteyen birey ve kurumların içerisinde var olabileceği bir yanı ifade eder. Sözgelimi bu bir gemiyse içerisine Türkiye’deki toplumsal muhalefetin düşünsel ve pratik açıdan önünü tıkayan en genel ifadeyle bu dört zararlı sınıflı toplum ideolojisinin politikalarını örgütleyenlerin haricinde tüm politik özgünlüklerin binebileceği bir gemi olmalı. Limanı ise, mevcut sistem karşısında hak ve özgürlük mücadelesi temelli olacağı için ideolojik yaklaşımların merkeze alınmadığı bir yerdir. Kızıl, siyah, mor, yeşil… Bayraklardan herhangi birinin dalgalanma ayrıcalığını diğerlerine dayatmadığı ve birinin kendi rengini diğerlerinin gölgesinde görmediği, aksine, hepsinin bir arada sallanacağı ve sorunlarını üreten sistemi hedeflemede birlikte demir almaya hazırlık yapacağı bir liman…

 

Ülkemiz bu yanıyla ekonomik demokratik mücadele alanlarının ironik bir tahayyülünden geçilemeyecek durumda kendini var eden kurumlar yığınıyla doludur. En belirgin ironi kurumların adıyla, teori ve pratikleri arasındaki ayrımda görülür. Temel amaç birleşik bir demokrasi-özgürlükler mücadelesinin zeminini yaratmaktan çok kendi siyasal-ideolojik yaklaşımlarına göre şekillendirdikleri devrimci demokrat mücadelelerini yürütmektir. Amacımız devrim ve demokrasi mücadelesine katkılarını tartışmak değil, temel bir ironik şekillenişi göstermekten ibarettir. Bu yüzden politikalarını tartışmaktan çok, ekonomik-demokratik mücadele ve öz örgütlülük kavramlarına yaklaşımları görünür kılmaktır. Öz örgütlülük devrimci bir muhteva taşıdığı anda öz örgütlülük değil devrimci öz örgütlülük olur ki burada da kurumların kendilerini “cephe-federasyon, ev” diye tanımlamalarına karşın tekil bir devrimci cepheyi, federasyonu, evi… Yani kendilerini açımlar. Aslında asgari politik birliği esas alan devrimci öz örgütlülük tanımına bile uygun hareket edilmez.

 

Akademik-Demokratik Mücadele Alanı Olarak Üniversitelerde Öz Örgütlülük

 

Ekonomik- demokratik mücadelenin üniversitede aldığı biçim akademik demokratik mücadele ve kendini gerçekleştirme eylemleridir. Ekonomik-demokratik mücadele için “Başka Bir Dünya ve Varoluş” diyenleri bir araya getiren politik bir hattı kastediyorsak, akademik alan için de “Başka Bir Dünya, Varoluş ve Başka Bir Üniversite” fikriyle iç içe geçirilecek bir anlayışı vurguluyoruz aynı zamanda. Yazının başlarında ideoloji, siyaset ve politika (bu yazıda ifade ettiğimiz anlamda) arasında göstermeye çalıştığımız ayrım, burada tanımlamasını yapacağımız uzunca bir süredir tartıştığımız öz örgütlülük kavramıyla açımlanacak, örneklendirilecek, öneriler sunulacaktır.

 

İdeolojik anlayışlara uygun gelişen siyasal yaklaşımlar müdahale etmek istediği yaşamsal çelişkiler, çatışmalar itibariyle sistem karşıtlığı ekseninden hareketlenir. Politikayı daha genel anlamda yaşamın tümüne ilişkin insanın kendini gerçekleştirme çabası, mücadelesi, biçimi olarak ele aldığımızda göreceğiz ki ideoloji birleştirici değil özü gereği bölücü niteliktedir. Bu bölücü nitelik egemenlerin dilindeki kötücül anlamda değil, maddeyi çelişkide olduğu diğer maddelerle ilişkisi içerisinde tek ve en devrimci yanıyla ele almasından kaynaklanır. Komünizm mücadelesi, burjuva ideolojisine karşı, en devrimci sınıf olarak gördüğü proletaryanın ideolojisine göre şekillenir; Feminizm ataerkil ideolojik yapılanmalara karşı, kadının ataerkil sistemden kurtuluşu olarak gördüğü ataerkil kapitalist sistemin cinsiyetçi politikalarına karşı kadın eksenli ideolojik-siyasal-düşünsel yaklaşımlardan yola çıkar. İdeolojik yapılanmalar bu yönleriyle düalist bir yan da taşır: Zıtlıklar, karşılıklı çatışmalar üzerinden kendilerini şekillendirir. Ezen-ezilen, sömüren- sömürülen… Fakat antagonist olmayan karşıtların bir araya gelmesi hem kendi içine hem de kendi dışına (sisteme) yönelişlerinin etkisini hızlandırır. İçeride ideolojik mücadeleyle dönüşüm sağlanırken, dışarıda ataerkil- kapitalist sisteme karşı mücadelenin seyri doğru bir politik hatla gelişerek ilerler. Nereden, hangi sınıftan, hangi kimlik açısından bakarsak bakalım; karşıtların birliği olmadan mücadelesi olmaz.

 

Politik mücadelenin başkalığı; ideolojik yaklaşımlar, siyasal formasyonlarla, programlarla, daha farklı örgütlenme anlayışıyla, başka mücadele araçlarıyla kendini gerçekleştirme eylemini tarif ederken, bunların sistem karşıtlığı noktasında birleşebilecekleri yaklaşımı tarif etmesinden kaynaklıdır. Bizi, bizim dışımızdaki öğrencilerle, öğrenci-gençlik kurumlarıyla birleştirecek olan ideolojik yaklaşımlarımız değil, asgari politik sorunsallardaki ortak tavır alışlarımız olacaktır. Bir komünist öğrenciyle, anarşist, feminist, muhafazakâr vs. öğrencinin birleşeceği nokta, devrim modeli, kendilerini ve tümel yaşamlarını gerçekleştirme biçimleri değil, ortak talepler, duyarlılıklar konularında hareketlenmeleri olur ancak. İdeolojik yaklaşımları ön planda tutarak sistem karşıtlığı, hak ve özgürlük talepleri noktasından hareketlenme çabası öğrenci hareketlerini monolitik (kurumsal açıdan tekçi), homojen yapılanmalara dönüştürecektir.

 

Tarih, FKF ve Koordinasyon örneklerinde göstermiştir ki, öğrenci hareketinin örgütlülüğünde zamanla sayısal olarak baskın gelen, çoğunluğu ve karar alma mekanizmasını elinde tutan ideolojik-siyasal kavrayışların şekillendirmesiyle, bu örgütlerin esas işlevinin yitirilmesine neden olunmuştur. Önceki halleri yeni ve başka hallerinin yadsınmasıyla son bulmuştur.

 

FKF ve Koordinasyon deneyimlerinden doğru politik şekillenişi, örgütsel yapıyı baz aldığımızda ataerkil-kapitalist sistemin eğitim politikalarına karşı -kapitalist sistemin dayatmalarının çeşitliliğini de göz önünde bulundurarak- yeni, birleştirici bir öğrenci hareketinin zorunluluğu ve imkânı açıktır. Üniversitelerde verilen mücadelenin parçalı yapısı, öğrenci örgütlenmelerinin akademik-demokratik alanlardaki kazanımlarını, dolayısıyla, kendilerini gerçekleştirmelerini engellemektedir. Bu parçalı yapının kaynağında ise, politik sorunlarda ideolojik ve örgütsel yaklaşımların ön planda tutularak hareket edilmesi yatıyor. Sorunlar her örgüt tarafından tespit edilmiş, ama sorunlara yöneliş aynı kalmaya devam etmiştir. Yaşam alanımıza yönelik saldırılar karşısında (Saldırı yoksa çoğu zaman birlik, ittifak, cephe, platform olmaz) eylem birliktelikleri yapılsa da ortak politik sorunlar çevresinde politik cepheler kurulamıyor, uzun süreli ittifaklar yapılamıyor ya da oluşturulan platformlar bir süre sonra örgütsel pragmatizmlerin ayyuka çıkmasıyla sekteye uğramak zorunda bırakılıyor. Bir diğer ihtimalle de ekonomik-demokratik öze sahip sorunlar karşısında, nesnel şartlara aldırmaksızın ideolojik çözümler üreterek, sorunun “ütopik bir devrim tarihiyle çözüme kavuşturulması” sözü verilmiştir öğrencilere. Siyasal determinist kavrayışların beslediği; öznelcilikle belirlenmiş “çocukluk hastalığı” tekrar kılınmıştır. Şimdiki zaman ve onun mücadelesi; geçmişin ve geleceğin fetişleştirilmesi anlamında yitirilmiştir. Sadece körü körüne muhafaza etmek açısından muhafazakâr bir savunuya dönüştürdüğümüz geçmiş ve her yenilgiyle daha da sıkı sarıldığımız geleneksel kalıplar; aslında sürekli olarak geliştirilmesi gereken önemli tarihsel deneyimler olarak; geleceğin önemli bir atılımı olmalıdır’’.

 

 Sosyalist Öğrenci Hareketi