Doğru Fikirlerimiz Nereden Gelir?

Bilginin, bilgisizlikten yola çıkarak elde edildiği kabul görür. Bundan çıkarılması gereken vargı; yaşamda, yaşamımızda nesne ve olguların bizim dışımızda, bizden bağımsız var oldukları ve duyumlarımızın dış dünyanın imgeleri olduklarıdır.

Fikirler, toplumlar tarihinden, üretim süreci ve bilimsel deneyden öğrenilir, elde edilir. İlkeden yola çıkarak hayatı açıklamak idealizmin anlayışı ve yöntemidir. İnsanların Adem ve Havva’nın soyundan geldiğini ilke edinip toplumlar tarihini bu ilke üzerinden açıklamak idealizmin prizmasıdır. Şayet, kimilerimizde; ölümsüz ilkeler yaratıp hayatı bu ilkeler doğrultusunda açıklarsa onlar idealizmin özünden kopmayan felsefi idealistlerdir.

Doğal toplumlar tarihini, insanın maddi üretim sürecini, bilimsel deneyin bilgileriyle, tikelden tümele, tümelden tikele öz dolayım yaparak mutlaklığı ve göreceliği ihtiva eden formlar/formüller yaratılır. Felsefe tarihinde, oluşu madde üzerinden yorumlamak materyalizm, nesnelerin oluş ve yöntemlerini incelemek yöntemi ise diyalektiktir. Fikirler, akılsal uslamlamalarımızın yarattığı olgular değildir. Dışımızda, bilincimizin dışında var olan maddenin devinimsel ve görsel yansımasının duyularla algılanması ve süreklilikle kavramsallaştırılmasıdır.

Çağını doldurmuş ve toplumun can çekişmekte olan güçlerine hizmet eden, köhnemiş fikirler vardır. Bu fikirler toplumsal gelişmenin önünde engel teşkil ederler. Toplum yekpare değildir, farklı sınıf ve toplumsal katmanların birliği olarak; üretici güçlerin/toplumsal, kültürel ilerlemenin önünü kesen eski üretici güçlerle maddi ilerleyişin yarattığı yeni fikirler çatışır. Toplumsal zeminde beslenen büyüyen çelişmelerin fikirleri, toplumsal arenada siyasal aktörlerini ve sosyal ilişkilerini, bir bütünüyle yeni üretim ilişkilerini yaratır.

Fikirler soyutlamadır; zaman ve mekân bağlamında bireyden bireye, toplumdan topluma farklılık gösterir. Fikirlerin oluşmasında, insan beyninin hacimsel, işlevsel niteliği de tayin edicidir. Palelotikte, 300-400 bin yıl önce gelişmeyen beynin fiziksel gelişim göstermesi, fikir geliştirmesi olanaklı değildi. Tarih emek ürünüdür. Tekçi hipotezi de burada çürütüyor. Tarih dil-emek diyalektiğinin ürünüdür. Bu hipotezden hareketle, fikirlerin denek taşı/doğruluğu; herhangi bir felsefenin ortaya koyması, bireylerin/toplumların istenç ve niyetleriyle ispatlanmayıp; fikrin nesnellikte karşılığının bulunması, kanıtlanır olması, üretim sürecinden akıp gelen bilgilerle doğrulanması, bilimsel niteliği bulunuyorsa bilimsel deneylerle ispatlanması gerekir. Örneğin; Osmanlı imparatorluğu feodal derebeylik düzenine dayalıdır fikrini öne sürdüğünüzde, bu fikri kanıtlamanız gerekir. Derebeylik Avrupa’ya ait bir olgu olup, ülke topraklarının bir kısmının mülkiyetine sahip olup, bu toprakların işletilmesini aynı getirim ile serflere kiralanması anlamına gelir. Osmanlı’da ülkenin bütün toprakları sultana aitti, dirlik sistemi bulunurdu ve topraklar memurlara (sipahilere) kiralanırdı. Bundan hareketle “Osmanlı’da derebeylik sistemi vardır” fikrinin doğru olmadığı kanıtlanır.

Yeni fikir ve teoriler, maddi hayatın gelişmesi toplumun önüne yeni sorunlar koyduğu vakit ortaya çıkarlar. Ama bir kere ortaya çıktılar mı, toplumun maddi hayatı tarafından ortaya konan yeni görevlerin yerine getirilmesini kolaylaştıran son derece önemli birer güç olur ve sosyal ilerlemeyi kolaylaştırırlar. Yeni fikir ve teorilerin, yeni politik görüşlerin ve kurumların organize edici, harekete geçirici ve dönüştürücü bütün önemi işte bu anda belirgin olarak ortaya çıkar. Yaşamı kolaylaştırması sürekli olarak pratikte sınanarak ortaya çıkar. Yeni fikirler, hareketin motor gücüdür. Tek bir fikrin olmayışı, birden fazla yeni yeni fikirlerin oluşu, bize aynı zamanda doğru fikirlerin gelmesini sağlar. “Şu anda bir kez daha, bizi hedefe ulaştırabilecek olan yolun, başlangıcının başlangıcını aramaya başlıyoruz.”

Politik-tarihsel süreçlerde aktör olabilmek için ‘‘kurban’’ olmak yetmez; aynı zamanda bu durumu bilmek ve ona karşı ayağa kalkmak gerekir. Eğer sömürü ve baskı konusundaki bilgi devrimci hareketin tabi olduğu tarihsel eğilimlerin ve yasaların bilgisi ile bağlantılıysa, kurumlaşmış bir iktidar aygıtına yönelik, isyanın başarı ve tarihsel ilerlemeye yol açma şansı da vardır.

Eğer insanlık hayatta kalma ve insana yaraşır bir yaşan sürdürmek istiyorsa, kapitalizmin karşısına alternatif bir sistem, sosyalist sistem çıkarılmalı, bu sistemin propagandası yapılmalı ve sosyalizmin başarısı için mücadele edilmelidir. Analitik nedenleri ortaya koyarak bu doğrultuda mücadele edenler, ilerlemenin politik öznesinin kolektif bir özne olarak şekillenmesine katkıda bulunuyor demektir. Dolayısıyla Marksizm hala mücadele yoluyla gelişmek zorundadır.

Marksizm yalnızca mücadele yoluyla gelişebilir

Marksizm yalnızca mücadele yoluyla gelişebilir ve bu yalnızca giş ve bugün için değil, zorunlu olan gelecek için de doğrudur.

Doğru olan, yanlışla mücadele içinde gelişir. Doğru ve güzel, daima yanlış ve çirkinin karşıtı olarak var olur ve bunlarla mücadele içinde gelişir. “İnsanlık belli bir yanlışı reddettiği ve belli bir doğruyu kabul ettiği anda, yeni yeni doğrular yeni yanlışlarla mücadeleye koyulur” der Mao. Bu, doğrunun doğal olarak da Marksizm’in gelişme yasasıdır.

Bir şeyin doğru ya da yanlış olduğuna karar vermek için çoğunlukla bir deneme sürecine ihtiyaç duyarız. Tarih boyunca doğru ve yeni şeyler başlangıçta çoğu kez halkın çoğunluğu tarafından tanınmamış, kabul görmemiş, mücadele içinde dolambaçlı bir biçimde gelişmek zorunda kalmıştır.

Marksistler, insanın dış dünyaya ilişkin bilgisinin doğruluğunun biricik ölçütünün, insanın toplumsal pratiği olduğunu savunurlar. Aslında insan bilgisinin doğruluğu, ancak, önceden beklenilen sonuçlara toplumsal pratik süreci (maddi üretim, sınıf mücadelesi ve bilimsel deney) içinde varıldığı zaman kanıtlanmış olur.

Bir kimse çalışmasında başarılı olmak, yani önceden kafasında tasarladığı sonuçları elde etmek istiyorsa, kafasındaki fikirleri nesnel dış dünyanın yasalarına uygun düşmezse, pratikte başarısızlığa uğrar.

Diyalektik materyalist bilgi teorisi, insanın bilgisinin pratikten asla kopartılamayacağını savunur. Pratiğin önemini inkâr eden ya da bilgiyi pratikten kopartan bütün yanlış teorileri mahkûm eder ve pratiğe öncelik tanır. Buna istinaden Lenin yoldaş şöyle demektedir; “pratik (teorik) bilgiden daha yüksektir, çünkü sadece evrensellik değerine değil, dolaysız öncelik değerine de sahiptir.” Herhangi bir bilgi ya da teorinin doğruluğu öznel duygular tarafından değil, toplumsal pratikteki nesnel sonuçlar tarafından belirlenir. Doğruluğun biricik ölçütü toplumsal pratiktir.

Diyalektik materyalist bilgi teorisinde başlıca ve temel bakış açısı, pratiğin bakış açısıdır

Marksizm-Leninizm-Maoizm, bilgi sürecindeki her iki aşamanın da kendi özelliklerine sahip olduklarını; bilginin alt aşamada algısal olarak, üst aşamada ise mantıki olarak ortaya çıktığını ve her iki aşamanın da bütünleşmiş bir bilgi süreci içinde bulunduğunu savunur. Algısal bilgi ile ussal bilgi nitelik bakımından farklı olmakla birlikte, birbirlerinden kopuk değildirler, pratik temelinde birleşmişlerdir. Pratiğimiz şunu kanıtlıyor; algılan bir şey hemen kavranmaz ve bir şey ancak kavrandığı zaman daha derin bir biçimde algılanabilir.

Bilgi sürecindeki sıralamada en başta algısal tecrübe gelir. Toplumsal pratiğin bilgi süreci içindeki önemini vurguluyoruz. Çünkü insan bilgisini yaratan ve insanın nesnel dünyadan algısal tecrübe edinmesini başlatan, sadece ve sadece toplumsal pratiktir. Gözlerini kapayan, kulaklarını tıkayan ve kendini nesnel dünyadan koparan bir insan için, bilgi diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü bilgi tecrübeyle başlar. Elimizde doğru bir teori olduğu halde, onun sadece lafzını edip rafa kaldırırsak, onu uygulamaya koyulmazsak, o teori ne kadar doğru olursa olsun hiç bir işe yaramaz. Bilgi, pratikle başlar, teorik bilgi pratik aracılığı ile edinilir ve yeniden pratiğe dönmek zorundadır.

Toplumdaki insanlar, belli bir nesnel sürecin (doğal ya da toplumsal) belli bir gelişme aşamasında o süreci değiştirmek için pratiğe atıldıklarında, nesnel sürecin beyinlerinde yansıması ve kendi öznel faaliyetleri sonucunda, bilgilerin algısal aşamadan ussal aşamaya vardırabilir, o nesnel sürecin yasalarına genellikle uygun düşen fikirler, teori, plan ve programlar yaratabilirler. Her zaman kafamızı kullanıp iyi düşünmeliyiz.

İnsan düşüncesinin objektif gerçeği kavrayabilip kavrayamayacağı teorik değil, pratik bir meseledir. İnsan düşüncesinin doğruluğunu, yani gerçekliğini ve gücünü pratikte ispatlamak zorundadır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ve gerçek dışılığı üzerine yapılan tartışma, sadece skolastik bir konudur. Fikirlerin, kavramların ve bilincin üretimi önce yaşamın gerçek dili olan insanın madi faaliyeti ve maddi ilişkisi ile doğrudan doğruya bağlantılıdır. İnsanların zihinsel ilişkileri olan tasavvur ve düşünce bu aşamada dahi onların zihinsel kavranışının dolaysız bir tecellisi olarak görünürler.

“Maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirirken, gerçek varlıklarını, düşünüşlerini ve düşünüşlerinin ürünlerini de değiştiren insanların kendileridir.” “Yaşam bilinç tarafından değil, bilinç yaşam tarafından belirlenmiştir.” Birinci yaklaşım yöntemini belirleyenler, yaşayan bir şey gibi saydıkları bilinç ile işe başlarlar; gerçek yaşamla uyuşan ikinci yöntemi benimseyenler ise bizzat yaşayan gerçek bireylerle işe başlarlar ve bilinci sadece onların bilinci olarak göz önüne alırlar.

Fikirlerin dönüşmesinin maddi bir temeli vardır. Bu durum emekçilerin devrimci eğitimi bakımından önem taşır, devrimci fikirlerin işlemesi hayattaki somut görevlerle bağlılık halinde, şantiyede, atölyede, fabrikada, büroda vb. yürütülen mücadeleyle birlikte olur.

Emekçilerin bilincindeki belirli değişimleri mümkün kılan şey, sosyal mücadeledir. Henüz devrimci olmayan emekçiler, kapitalist toplumun nesnel çelişkilerini çözmek için yürüttükleri mücadelede böylece tecrübe kazanmış olurlar.

Yeni fikirler toplumda gelişmiş bulunan nesnel bir çelişkinin çözüm tarzı olarak ortaya çıkarlar. Belirli bir toplumun bağrındaki çelişkilerin gelişmesi, bu çelişkiler keskinleştiği anda, onları çözmek görevini yükler.

İşte o zamandır ki yeni fikirler, bu çelişkileri çözme girişimleri olarak kendini gösterir. Bu da doğru fikirlerimizin nasıl, nereden geldiğini ve şartlarının nasıl geliştiğini gösterir.

Burada beynin bir düşünce organı olduğunu elbette ki kabul ederiz. Fakat beynin kendisi de insanların var olmasına yol açan nesnel şartlardan ayrılmaz, beyin sosyal bir varlıktır. Marx, “insan kendi realitesi içinde bir sosyal ilişkiler bütünüdür” der. Yani, “sosyal ilişkiler bütünü” düşünen beyinde yansır.

“Gerçek kişisel bilgiye sahip olanlar, dünyanın dört bucağında pratiğin içinde bulunan insanlardır. Bu insanlar, kendi pratikleri aracılığı ile bilgi edinirler.” (Mao)

 

Gazete Patika